Pazar Çemkiriği 2

Uzun zamandır aklımda kalanları tatil gününe sakladım!

Bülent Ersoy’un Gülşen Bubikoğlu’nun sevgilisi olduğu filmlere,

Ayrıca 3 günde çekilen ve senaryosunun film setinde yazıldığı eski Türk filmlerine,

Bitmek tükenmek bilmeyen program arası TV reklamlarına,

Dumanını net bir şekilde gördüğümüz ve eylemi salak olmadığımız için gayet güzel idrak ettiğimiz TV’de sigara üstü buzlama uygulamasına,

Ben bilmem eşim bilir adlı yarışmanın yarışmacı çiftlerine,

Sokaklarda her yere saçılmış boş pet şişeleri atanlara,

Bünyesinin kaldıramadığını bildiği halde, her zaman istiap haddinin üzerinde içerek, sürekli aynı rezillikleri yapanlara,

Penceremin önünde, katı açılmamış küfürleri birbirlerine savurmakta hiçbir sakınca görmeyen ve küfrün kendilerine adam payesi verdiğini sanan 12-15 yaş grubu site sakini gençlere,

Geceleri boş caddelerde köşeleri büyük bir hızla ve el freniyle dönmenin marifet olduğunu sana salaklara,

Asıl amacı bir yerden başka bir yere gitmek olan arabalarını, modifiye adı altında yürüyen diskoya çevirenlere ÇEMKİRİYORUM!!!

Baba Fetişi Kadınlar, Anne Özürlü Erkekler…

Gelelim bir hafta önce kısaca geyiğini yaptığımız birey olamayan kadınlar ve erkekler meselesine…

Aslında çok konuşulur, çok yazılır… Yetiştirilme tarzımızdan kaynaklanan defolarımız hayat boyu başımıza dert olur! İşin en üzücü tarafı bu defonun toplumun her kesiminden kadın ve erkeği farklı şiddetlerle ve aynı sahtekârlık düzeyinde etkilediği gerçeğidir. Mutlaka bu kalıplara uymayan, aileler ve bireyler var. Ama genele baktığımızda sonuç; bir türlü aradığını karşı cinste bulamayan beyaz yakalılar, neredeyse çocuğu yaşında partner ya da eşte mutluluğu arayan zenginler, en çok çocuğu bahane ederek boşanamayıp mutsuzluktan patlayan orta halliler, şiddet gören kadınlar, karısını, eski karısını, nişanlısını, sevgilisini, hatta karşılıksız aşkını öldürerek elini kana bulayıp, hayattaki tek değerleri saydıkları “namusunu kurtaran” Türk erkekleri.

Peki, ne oluyor da bu hale geliyoruz?

Her şeyden önce klasik aile düzeninde kız çocukları bir şekilde koruması gereken namus yükü ile büyütülürler… Ama buradaki namus olması gereken geniş içeriğiyle değil; yani çalma, çırpma, kopya çekme, hak yeme, başkasının üstüne basma, cinselliğini kullanma/kullandırtma şeklinde değildir! Sadece evlenmeden seks yapma, el alemin adamlarıyla orada burada dolaşma, orta yerde kıkırdama, güzel olma, dikkat çekme, hatta kadın olma şeklindedir. Bunu ergen kızlara hissettirmenin söylemi “başımıza orospu mu olacaksın”dan başlar, “o mini etekle sinemaya gidemezsin”e kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Her ailenin tarzına, değer yargılarına göre değişir. Ama bilinçaltına bıraktığı etki aynıdır. Kız çocukları için ideal olan okusun ya da okumasın, olabildiğince erken bir dönemde, helal süt emmiş, tahsili olmasa da olur, ama iyi para kazanan düzgün bir çocukla evlenip evinin kadını olmasıdır.

Ailelerin büyük bir çoğunluğunda kızlar bilinçaltına verilen bu etkilerin tam aksine anneleri tarafından evlenene kadar korunur ve kollanır. Yani sinemaya gitmeye babanın rızası yoksa anne gayet rahat babaya Füsunlara ders çalışmaya gidiyor diyebilir. Ya da eve geç gelinecekse kurs geç bitecekmiş bugün diyebilir. Kızın her türlü illegali anne tarafından ört bas edilebilir. Bu kızın ideal kocayı bulabilmesi için annenin sunduğu imkândır. Ta ki evlenene kadar… Çünkü anne, kızı evlenince bütün bu konularda tam 180 derece dönüş yapar. Bekârken eve girip çıkan erkek arkadaşlarla yemek yemeyi bile şiddetle kınar. Baba bu aile yapısı içinde giderek tabulaşır, uzaklaşır, idealize edilir. Üstelik bebeklik ve çocukluk döneminde yaşanan büyük aşka rağmen… Bir yandan bir erkekle bırakın sevişmeyi, görüşmenin bile tabu olduğu ortamda, bir şekilde damat adayı olarak gelecek adamın da babanın derin testinden ve onayından geçmesi gerekir! Doğal olarak damat adayının babaya benzemesi, en azından öyle görünmesi gerekir. Huzura çıkmadan önce derin tembihlerle sınava hazırlık yapılır. Kız çocukları için bu noktadan sonra ideal erkek, babaları gibi akşam direk eve gelen, bekârlık yıllarından kimseyle görüşmeyen, çoluklu çocuklu aile toplantılarının en güzel sosyal aktivite olduğuna inanan, rakip görülecek her tür dişiyle sosyal ilişkinin kıskançlık krizi sebebi olduğunu iyi bilen, doğuştan iyi baba, tercihen evi, ama mutlaka arabası olan adamdır. Yıllardır boşaltılmayan bir çöp kutusuna dönen bilinçaltı, itinayla “baba fetişi bir kadın” yaratmıştır! Genç kız erkek imajı, tavrı, otoritesi, şefkati babasına tıpatıp benzeyen, ama aynı zamanda teninin çektiği adamı bulmanın derin güçlüğü içine düşer.

Erkek çocukları için söylenen ve çok küçük yaşlarda empoze edilen, “benim yakışıklı oğlum bütün kızları götürecek”, “sana vurana sen iki tane vuracaksın”, “göster amcalara pipiyi” gibi sevgi sözcükleri nelere yol açabiliyor artık biliyoruz. Ama bence daha da önemli tehlike anne imajıdır. Bana göre toplumsal yapımızdan kaynaklanan anne imajı erkek çocukların üzerinde, ilerleyen yıllarda karşı cinsle ilişkide büyük sorunlar yaratır. Anneler her türlü temizlik, bakım, düzen, hatta ne giyeceğimize karar verme konusunda tam donanımlıdır. Birlikte seyahate çıktığımız otuzunun üstünde bir arkadaşım, “-Annem bavuluma gece yatmak için bir şey koymamış” dediğinde yaşadığım dehşeti hiç unutmam. Meğer seyahate çıkarken bavulunu hazırlayamadığı gibi içinde nelerin olduğunu da bilmezmiş. Merak da etmezmiş. Çünkü her seferinde anne nelerin gerekli olduğuna karar verip, eksiksiz hazırlanırmış. Buna adapte olabilecek ve normal karşılayabilecek kaç tane zamane kızı tanıyorsunuz?  Annenin hayattaki tek misyonu adanmışlıktır! Anne âşık olmaz (baba hariç, o da biz doğmadan önce), annenin erkek arkadaşı olmaz, anne tek başına tatile gidemez, anne kadındır ama asla seksi olamaz, yemek yapmayı bilmemesi ya da sevmemesi düşünülemez, öne çıkamaz, idareyi ele alamaz, erkeğin imkânlarıyla yetinmeyi bilmek zorundadır. Bu kalıplar daha pek çok örnekle arttırılabilir. Ergen erkekler en başından anneyi ve dolayısıyla kadını bilinçaltına bu şekilde yerleştirir ister istemez… Kendini korumak için dövmelisin, vatan için silah kullanmayı bilmelisin, pipinle övünmelisin, aileni geçindirecek parayı her ne şekilde olursa olsun kazanmalısın, sana bütün kızlar kurban olsun! Hepsini topladığınızda “anne özürlü erkeği” yaratmış olursunuz… Karşı cins arayışına giren erkek için ideal kadın, annesine benzeyen, onun kadar becerikli, onun kadar adanmış, onun kadar korunmaya muhtaç, imkânlarına ve defolarına sonsuza kadar sadık, onun kadar kadınlıktan uzak, ama onun tam aksine cinsel çekiciliği olandır!

Aşk ya da cinsel çekim ilk etapta bu kötü bilinçaltını bastırır gibi gözükse de, aşkın o alevli evresi sona ererken bilinçaltı yeniden su yüzüne çıkmaya başlar. Siz bu kadar tutkuyla severken, aşkınızın neden bu kalıplara girmediği ile ilgili bunalıma girersiniz. En kötüsü de kendinizi bir parça da olsa değiştirmek yerine, karşınızdakini kökten değiştirmeye kalkarsınız. Mümkünse akşamdan sabaha!

Genel anlamda bakınca bu yazı Türk aile yapısına ve öğretisine eleştiri gibi gözükse de, hiç öyle bir amacım olmadığını belirtmek isterim. Üstelik o aile yapısına gıbta ettiğimi de söyleyebilirim… Kadının evlenip, çocuğuna ve kocasına evinin sınırları içinde iyi bakmaktan başka idealinin olmadığı, erkeğin ailesini korumak ve sadece tok tutmaktan başka derdinin olmadığı bir dünya çok daha sorunsuz, en azından çok daha depresyonsuz bir hayat… Ama maalesef o devir elli yıl önce sona erdi! Bugünün kadınları ve erkekleri annelerimiz ve babalarımız değil. Anneannelerimiz ve dedelerimiz hiç değil. Onların öğretileriyle, bugünün dünyasında arıza veriyoruz! Henüz 2 yaşındaki bir çocuğun ne giyeceğine, hangi oyuncakla oynayacağına, o an nerede olmak istediğine kendinin karar verdiği, yani en başından kendini birey olarak gördüğü bir çağda yaşıyoruz. Bu çocuklar 20 yıl sonra hiçbir adanmışlığa tahammülü olmayan, bizlerden daha özgür bireyler olacak!

Hızlı geçiş dönemi olan yetmişlerin seksenlerin şanssız neslinden yeni şanssız nesiller yetişmesin diye benim elimden gelen bir şey varsa ve eğer bunu bir bileniniz varsa bana söylesin… Çünkü derhal ne gerekiyorsa yapmaya hazırım!

Yeter ki, bu zor dünyada daha fazla “baba fetişi kadın ve anne özürlü erkek” yetişmesin!

Cumartesi Çemkiriği 2

Bolu’da klasik kadın kıskançlığı yaşayan karısını sokan ortasında döverek hastanelik eden ve davasında haklı olduğu halde kadına şiddet uygulayan zavallı erkek güruhuna katılan kocaya,

Samsun’da kendisine uygulanan tedaviyi beğenmeyip, cebinde taşıdığı bıçakla, hastanen bir güvenlik görevlisini ve bir stajyeri bıçaklayarak, ortalığı birbirine katan hasta adama,

Birkaç gün önce çemkirdiğim, sınır köyü Akçakale’nin güvenli olduğunu iddia eden, ancak dün halkın evinin tepesine havan topu düşmesiyle vatandaşlarımızın yaralandığı, Suriyeli mültecileri güven altına alırken, kendi vatandaşını hiçe saymaya devam eden yetkililere,

Eğer bir yerlerde yaşıyor ya da yaşatılıyorsa, bu saate kadar halen beni bulamayan elmamın diğer yarısIna ÇEMKİRİYORUM!

Cuma Çemkiriği 2

Düzce’de gece girdiği giyim mağazasında “kafası olmayan” cansız mankeni elle taciz edip, bir süre memelerini okşayan abazalar kralı hırsıza,

Önce satmaya, olmayınca tamir bahanesiyle yakmaya karar vererek kısmen harabeye çevirdikleri Haydarpaşa Garı’nı, en sonunda özelleştirme idaresine devreden milli değer düşmanlarına,

Aşkına karşılık vermeyen 14 yaşındaki kıza tecavüz edip, kızın ailesini, kızı kendisine vermeleri için tehdit eden, kızı resmi nikahsız aldıktan sonra sürekli döven, hamile bıraktıktan sonra, 2 aylık hamileyken karnını tekmeleyerek aşırı kanamayla çocuğunun düşmesine neden olan, yetmezmiş gibi komşuları kurtarmasa balkonda çamaşır ipiyle kızı idam etmeye kalkan ve tabii kaçınılmaz olarak en sonunda ölümüne neden olan insan kılığındaki yaratığa,

Tüm dinlerde ve inanışlarda süslemelerin, örtülerin, dini temaların, çiçeklerin ve ölen kişiyle ilgili eşyaların yer aldığı tabut üzerinde kendi reklamını yapan Kırşehir Belediyesi’ne ÇEMKİRİYORUM!!!

Perşembe Çemkiriği 2

Albüm çıkaracağı dedikoduları yetmiyormuş gibi, canlı yayında şarkı söyleme gafletinde bulunarak, kendini ağır eleştirilere maruz bırakan Emine Ün’e,

Suriyeli mültecilere sınır illerindeki üniversitelerde özel öğrenci statüsü ile hiçbir ispat ve hiçbir belge aramaksızın okuma şansı vereceği söylenen YÖK’e;

Suriye iç savaşı nedeniyle, sınır mahallelerindeki evlerinde tepelerine mermi ve top yağan vatandaşların güvenliğini sağlamak bir yana, bölgede hiçbir sıkıntı yok diyen Şanlıurfa Valisi’ne;

15.000 metrekare alana sahip Kuruçeşme Arena’yı otel yapmak için satın alan Astaş Holding’e;

Hemen üstünde sahilden neredeyse Ulus’a kadar uzanan 41.500 metrekarelik araziyi ileride otel yapmak için satın alan Ağaoğlu İnşaat’a ÇEMKİRİYORUM!!!

Türkleşen Fast Food

Yıl 1986… O yıllarda metrobüs hattına benzer ve sadece otobüslerin yol alabildiği tercihli yol Zincirlikuyu’dan başlar, Taksim Meydanı’nda sona ererdi. Demek trafik bundan 25 yıl önce de sorunluydu ki, o mesafede otobüslere ayrılan bir yol vardı. İstiklal Caddesi ise trafiğe henüz kapanmamıştı ama bir süredir tek yön uygulaması geçerliydi. Yani araçlar Tünel’den Taksim’e tek yönde akardı. Yayalar ise hiç de geniş olmayan çift taraflı kaldırımlarda vitrinlerin önünden yürürdü. Tarlabaşı ise çift taraflı olarak birçok bina yıkılmadan önceki, çok daha dar, gidiş geliş kendi halinde bir cadde idi.

Taksim Meydanı’nda tercihli yol, Tarlabaşı ve İstiklal Caddesi’nin birleştiği noktada, henüz Tarlabaşı Bulvarı’na kurban gitmemiş, meydana nazır bir binanın altında Kristal Büfe vardı. Gerçi Kristal Büfe halen var, ama o iki katlı Kristal Büfe bir başkaydı. Çünkü bana sorarsanız o Kristal Büfe, bugünkü, önünde insanların 24 saat eksik olmadığı, meydan büfeleri diye bilinen Kızılkayalar, Bambi, Taksim Büfe ve Öztürkler’in atasıdır. Benim lise yıllarıma denk gelen o dönemde, haftanın 5 günü, arkadaşlarımla değişmeyen ritüelimiz okul çıkışı Şişhane’den İstiklal Caddesi’ni geçerek Taksim’e yürümek ve finalde Kristal Büfe’de “Kristal Hamburger”i ya da o günkü diğer adıyla tava hamburgeri yemekti. Hiçbir hava koşulu ve hiçbir zaman kısıtı bu ritüeli değiştiremezdi.

Kristal Hamburgeri Kristal’de yenirdi ve tadına asla doyum olmazdı. Benim ergen dönemimin kararı 4 adet hamburger ve 2 bardak limonata idi. Ancak tek oturumda 7-8 hamburger yiyebilen, kendi aramızda öküz diye hitap ettiğimiz arkadaşlarımız da vardı. Kristal Hamburgeri yuvarlak hamburger ekmeğinin arasında yedikten sonra 3 litre su içirecek kadar sarımsağı fazla bir hamburger köftesi, içine ve dışına bolca dökülmüş nefis bir domates sosuyla servis edilirdi. Bu özel sos hamburgerin içine konduğu kağıdı da komple ıslattığı için  ellerinize bulaşırdı, ama bitince ellerinizi temizlemeden önce bütün sosu parmaklarınızdan yalamak da ritüelin son halkasıydı.

Kristal’de hamburgerler zemin kattaki bizim hiç görmediğimiz mutfakta hazırlanırdı. Servis tezgâhının arkasında yer alan bir asansörle üst kata çıkar, tepeleme şeklinde bir tepsi ile alınır, bir önce gelen hamburgerlerin boş tepsisi asansöre geri konur ve asansör alt kattaki mutfağa geri inerdi.

İşte o 1986 yılının sonbaharında, Kristal Büfe’nin tam karşısında, bugün bulunduğu yerde Türkiye’nin ilk McDonald’s restoranı şaşalı bir açılış yaptı. Bendeniz ve birkaç arkadaşım yolumuzun üstünde olduğu için ve içerisi çok cazip ve farklı göründüğü için, ilk kez günlük ritüelimizi bozup, Kristal yerine McDonald’s a girdik. İçeride her şey bizim yaş grubumuzu cezp etmeye, hatta bizi büyülemeye yönelik dizayn edilmişti. Yurtdışından gelen profesyonellerin eğittiği her hallerinden belli olan, bir örnek, pırıl pırıl giyimli, tamamı genç servis elemanları, müthiş bir hız, dinamizm ve neşe içinde siparişleri havada uçuşturuyordu. Toplum içinde yüksek sesle konuşmanın kesinlikle çok ayıp olduğu o yıllarda bu genç çalışanlar, aldıkları siparişleri hemen arkada çalışan mutfak ekibine bir tellal tonlamasıyla yüksek sesle söylüyor, mutfaktaki gençte her aldığı sipariş için “teşekkürler arkadaşım” diye bağırıyordu. Restoranın içinde her 10 saniyede bir 5-6 kez “teşekkürler arkadaşım” nidası yankılanıyordu.

Bizim için, birkaç kez bira servisinde gördüğümüz ama gazlı içecekler için pek kullanılmayan fıçı uygulaması da çok ilgi çekiciydi. O gün çok daha kısıtlı bir mönünün içinden ben ve arkadaşlarım bize en tanıdık gelen hamburger menü seçtik kendimize… Paramızı ödeyip, tertemiz masalara geçtik. Pire gibi çalışan genç kesim, yemeğini bitirip kalkanların hemen ardından tepsileri alıyor, kaşla göz arası yok ediyor ve masayı siliyordu. Hamburgerimden aldığım ilk ısırığı ve “-Bu ne be?” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Bizim damak zevkimize hiç hitap etmeyecek yavan bir köfte, garip bir sos, turşu ve ketçap vardı… Benim için hepsi faciaydı. Ama hamburger ekmeği ve patates kızartması hiç fena sayılmazdı. O gün kesin kes bir daha bu restoranda hamburger yemeyeceğime, benim damak zevkime hiç hitap etmediğine karar vermiştim. İkinci bir defa McDonald’s a ne zaman, hangi ruh haliyle gittim, kaçıncı hamburgerden sonra bana hitap etmeye başladı gerçekten hatırlamıyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, bu güne kadar McDonalds’a ödediğim paralarla kendime şık bir restoran açabilirdim.

Gelelim bugünlere…

Elimize geçen her şeyi Türkleştirdiğimiz gibi fast food zincirlerini de Türkleştirdiğimizi üzülerek fark ediyorum. Mönülerde yer alan köfte burger, Turco filan gibi bize aitmiş gibi uydurulan hamburgerlerden söz etmiyorum. Mesela hiçbir fast food restoranında artık arkadaşlar birbirine teşekkür etmiyor! El birliğiyle o güzelim adetin ruhuna el Fatiha… Çalışanların enerjisinden, tavrından, mutlu görüntüsünden eser yok! Kaç gündür giydiklerini tahmin bile etmek istemediğim iş elbiseleri kir, pas ve yağ lekeleri içinde… Kiminin pantolonu 3 beden büyük, kemer sıkması maharetiyle duruyor kıçlarında… Kiminin gömleği küçük belinden etleri pörtlüyor.  Enerjileri yerlerde, müşteriye ilgi ve alaka eksilerde seyrediyor. 8 kasada 3 çocuk, saç baş dağınık, hepsi koşturmaktan kan ter içinde… Servis yapan asgari ücretli çoğu öğrenci gençlik, elinden yemek almak isteyeceğiniz en son kişiler kıvamında! Masaların üzerinde giden müşterilerden kalan çöpler dakikalarca toplanmıyor. Restoran müdürü ve hatta müşteriler dâhil kimse buna aldırış etmiyor. Çünkü bir çok Türk firmasında olduğu gibi her eleman 3-4 kişinin yaptığı işi yapıyor. İnsanlar ellerinde dolu tepsilerle çöp olmayan ve görece daha temiz bir masaya oturmak için derin bir inceleme yapmak zorunda kalıyor. Tipik bir Türk işletme rehaveti ve tipik Türk adam sendeciliği yani…

Peki, bizi bir şekilde müptelası yapan fast food ürünleri… Onların da ilk günküyle alakası yok! Patatesler ya çok az kızarmış ya da çok fazla kızartılmış servis ediliyor. Hamburgerin içindeki yeşillik her 5 seferden 3’ünde rengi solmuş, pörsümüş ve bayat… Tazelik ve olması gereken lezzetten eser yok! Zaten dört dörtlük olmasına gerek de yok… Çünkü ilk açıldıkları günde çok satarak başladılar, bugün de çok satıyorlar. Üstelik her geçen gün, yeni yeni restoranlarla daha da çok satıyorlar. Öyle de satıyor, böyle de satıyorsa; ne gerek var, temizliğe, titizliğe, lezzete, tazeliğe, eleman eğitimine vs… Yani kendine özgü bir standardı olan fast food işini de 25 yılda, çaktırmadan Türkleştirmişiz…

Peki, Kristal Hamburger’e ne oldu?

Kristal Büfe’nin bulunduğu bina Tarlabaşı Bulvarı yapılırken yıkılan ilk binalardandı. Zaten her geçen gün McDonald’s ın karşısında kan kaybeden Kristal Büfe bu sayede kapanıp gitti… Birkaç küçük şubede varlığını sürdürdüyse de, hiçbir zaman eskisi gibi olmadı… Yaklaşık bir on yıl önce Ankara’dan misafir olarak gelen bir arkadaşım ben Taksim’e gidip “ıslak hamburger” yiyeceğim diye tutturdu. Ben yok öyle bir şey, olsa ben bilirim dedikçe, hayır ben geçen gelişimde yedim ve bayıldım, var öyle bir şey diye iddia edip durdu. Ve sonunda aynı günün akşamı beni Kızılkayalar’ın önüne getirip, kapıdaki kocaman “ıslak hamburger” yazısını gösterdi. Aslında bahsettiği (ki o gün ilk defa ondan duydum), bizim gençlik ritüelimiz olan “Kristal Hamburgeri” ya da o yıllardaki diğer adıyla tava hamburgeriydi. Evet, Kristal’in kapanmasıyla meşhur hamburgeri kaybolmamış, ya uyanık meydan büfeleri tarafından taklit edilerek ya da Kristal’in kapanmasıyla yatay geçiş yapan mutfak ustaları sayesinde varlığını sürdürmüştü. Yeni bir isim ve yeni bir imajla, her geçen gün önünde uzayan kuyruklarla ününe ün katmıştı.

Siz şimdi içinizden diyorsunuz ki, “-Oh, çok şükür, hiç mi değil giderek fenalaşan fast food a karşı bize daha yakın olan bir lezzet varlığını koruyor”. Maalesef kazın ayağı öyle değil… Seksenlerde yediğimiz Kristal Hamburger’inin ekmeği bugünkünün iki katıydı. Bugünkünün içinde mikroskopla arayıp göremediğiniz köftesi, o iki kat ekmeğin arasından taşardı ve çok daha lezzetliydi. Ben öğrenci harçlığımla her gün 4 tane yiyebildiğime göre, fiyatı bugünkünden daha uygundu! Yaşımın getirdiği yavaşlayan metabolizmama rağmen her biri iki ısırıktan 10 tane yiyebilirim bugünkülerden… Üstelik her gün yersem, bir süre sonra bütçem sarsılır. Zaten artık her gün yiyecek kadar istediğimi de hiç sanmıyorum.

Nasıl olsa bu kadar az malzemeyle, lezzete özen göstermesen de, üstelik daha pahalıya satılabiliyor… hem de her geçen gün artarak. Neden daha azı ile daha çok para kazanılmasın ki? Sizin anlayacağınız, bizim ürettiğimiz tava hamburgerine de en başarılısından Türkleştirme operasyonu ve klasik Türk işletmeciliği mantığı uygulanmış.

Tanrı, başta suşi olmak üzere leziz ve özenli tüm dünya mutfağı zenginliklerini Türklerden korusun… Amin!

Çarşamba Çemkiriği 2

Sağlıksız beslenmemize katkılarını bir yana bırakırsak, hiç de azımsanmayacak cirolar elde etmelerine rağmen, servis elemanlarının iş elbiseleri her zaman yağ ve kir içinde olan fast food restoranlarına,

Alkollü içeceklere, sigaraya, benzine, elektriğe, doğalgaza ve KDV’ye gelecek zamların açıklamasını gözümüzün içine baka baka “E bütçede açık var bunun bir yerden kapanması gerekiyor” diyebilen maliye bakanına,

Damacanayla 19 litresini 7 TL’ye aldığımız suyu, 0,5 litre olarak büfeden alınca (damacanadaki suyun 0,5 litresi 18 krş.a geliyor) 75 krş  fiyat biçen ticari zihniyete,

Molpet hijyenik ped hariç (molpediniz var mı?), son yirmi yıldır reklam kampanyalarını mavi su testinden bir gıdım ileriye götüremeyen hijyenik ped ve çocuk bezi firmalarına,

Posta kutumdan elektrik faturamı aşırıp (günahı boynuna!) sonra da akşam kapımı çalarak senin elektrik faturanı benim posta kutuma atmışlar diyen dul komşu teyzeye ÇEMKİRİYORUM!!!

Salı Çemkiriği 2

Sadece iki öğrenci oldukları halde, Eskişehir Üniversitesi’nde yüksek sesle “parasız eğitim istiyoruz” dedikleri için; önce yerlerde sürükleyip, sonra göz altına aldıkları öğrenciler nedeniyle ilgili güvenlik güçlerine,

Köprüden ya da paralı yoldan geçişlerimin %80’inde başıma gelen, en bulunması gereken araç olduğu halde KGS ya da OGS bulundurmayan taksi şoförlerine,

Zaten kimsenin birbirine yol vermeye hiç niyetinin olmadığı hoşgörüsüz yollara, durmadan devasa, bol yeşillikli göbekler yapan, sabah akşam salak halkımın o göbeklerde kenetlenerek trafiği iyice arap saçı yapmasına neden olan belediyecilik anlayışına,

Bir dolu geyikten sonra “sosyal medya ve sağlık sektörü” konusunda ancak çok güzel ve aydınlatıcı bir özet geçmeye zamanı kalan değerli dostum Sertaç Doğanay’a daha fazla zaman ayırmayan BJK TV yetkililerine ÇEMKİRİYORUM!!! 

Pazartesi Çemkiriği 2

Bu şehirde trafikle ilgili çok az derdimiz varmış gibi, yolun ortasında durup yolcu indirme, bindirme, hatta taaa öteki mahalleden geldiği görülen müşteriyi bekleme lüksü sahibi tüm minibüs ve halk otobüsü şoförlerine;

Babamız Turgut Özal zehirlendi, güçlü kanıtlar var, hatta eminiz diye hükumetin, cumhurbaşkanının aylardır kapısını aşındıran, kamu oyu oluşturan, olayın aydınlanması için gereken her şeyin yapılmasını isteyen; savcılık mezarın açılmasını karar verdikten sonra da medyanın önünde babamızı mezarında rahatsız edecekler diye ayılıp bayılan Özal Ailesi mensuplarına;

Metal eşya ile girmenin yasak olduğu KPSS sınav alanına, hızması ve bırakacak yer bulamadıkları araba anahtarları nedeniyle sınava girmekten vazgeçen 20 kişinin sebebi olan zihniyete;
Yeni yayına girecek dizisinin fragmanını her dakikada bir döndürüp, hatta o fragmanı yayınlamak için her fırsatta yayını kesip, her geçen gün daha da mide bulandırıcı bir hal alan Türk TV yayıncılığı anlayışına ÇEMKİRİYORUM!!!

Neden Ado Çıplak?

Bir süre önce facebook profilimde günlük olarak paylaştığım dua, geyik ve çemkirme gibi gönderilerin dostlarım tarafından bir hayli ilgi gördüğünü, tahminim ötesinde like aldığını fark ettiğim an, artık bir bloğum olmasına karar verdim!

Bütün bu gönderiler aslında “kral çıplak” demenin bana ait bir yoluydu. Ne kadar başardığımı bilemem… Ama dostlar okudukça, beğendikçe ve yorum yaptıkça kendimce küçük küçük yazıp çizmeye devam edeceğim.

İstedim ki; biri akıl edip de, çıkıp orta yerde “Ado Çıplak” diye bağırmadan, ilk olarak ben “Ado Çıplak” diyeyim! Hiç mi değil, ben onu zaten senden önce söylemiştim deme şansım olsun…

Sevgiyle…